Sayfalar

25 Aralık 2007 Salı

KART KÖRPE'NİN AY ARABASI

Biz bildiğin gibi Camilerin önünden gülmeden geçemezdik o zamanlar; Özellikle de cenaze varsa!.
Yine bir gün Caminin önünden geçerken, tam yanımızda - sanırım bizimle Caminin arasında, solumuzda yol alan- bir kişi daha vardı; aşağı yukarı aynı hızda, paralel yürüyorduk. O yüzden sola -camiye- doğru neler olup bittiğine baktığımızda; kendisini de net olarak izleyemek zorunda kalıyorduk. Bu kişi Kartkörpe idi. Tabi, bizim güldüğümüzü rahatlıkla farkediyordu ; ama tepki vermiyor görünüyordu. Biz, gemi azıya almış vaziyette; bir de onun bu kayıtsız duruşundan da cesaret alarak, gülmemizi tehlike arzedebilecek kişilerden gizlemek için, kendisini siper olarak kullanmıştık!. Öyle ki değişik açılardan ve "yakın çekim olarak" KK'nin (kartkörpe) yüzünü ve aldığı şekilleri ayrıntılı olarak inceleme ve kayda alma fırsatını yakalamıştık. Güneş öylesine değişik açılardan gözlüğüne geliyordu ki; ışık, gözlüğün rengi ve şekli, KK' nin yüzü (yüz, beyaz ve hafif çilliydi; ve burun düzlüğü itibariyle bir Amerikalı'nınki gibi falandı) ve duruşuyla birleştiğinde ortaya eşsiz bir "uzay adamı" görüntüsü çıkıyordu...Gözlüğün camları üzerindeki yansıl dünyada ufacık figürler ışıkla dansediyordu. Ve şöyle biraz alttan ve yakından baktığında koyu ve figürlü gözlükler, üzerindeki minik menteşeler teknik ve özel bir önem kazanıyordu. Aslında KK caminin önünden geçmiyor; tam anlamıyla "uzayda yürüyordu"!!!.
Tabi arkası da gelecekti. Kensini bir kaç kere daha bu açıdan inceleyince caminin önünde yaratılan "kab"a cuk diye oturuyordu. Batılılar bu tür bilimsel sonuçlara çok uzun çabalarla, sabırla çalışarak varmışlardı!. Oysa bizim toprakların KK si; pratik olarak "konuyu" çoktan halletmiş; evinin arka bahçesinde gizlice yaptığı ve "ay arabası" adını verdiği aracı ile durmadan aya gidip geliyordu!!!. Okula geldiğinde elinde hocaları umursamadan salladığı anahtarlık, arka bahçe kapısının ve "ay arabası" nın kontak anahtarlarıydı. Fizik hocası Kel Abduş; bu aracı görse kimbilir nasıl şaşırırdı. Ama; "boşverrrr" di. Çünkü bunları açıklayabilmek; anlatmak çok zordu; ve önemlisi, elaleme reklam olmayı istemiyordu. Bombayı daha ilerde "ay canavarları" nı satışa çıkardığında patlatmayı düşünüyordu. Ayda kendi halinde mütevazi bir çiftlik kurmuştu. Başında arkeolog şapkası; ayağında şortuyla bir tabureye bacak bacak üstüne atıp oturarak, elindeki çomakla elektrikli tellerle çevirdiği ay canavarlarını dürtüklemeyi çok seviyordu. Bundan hafif bir sadistik zevk duyuyordu. Öğretmenlerin tüm ağır sözleri ve bedencinin herkesin arasında attığı sağlık topunun kendisini yere devirmesiyle zedelenen ince ruhu; bir anda kuş gibi hafifliyor; ne kadar üstün bir insan olduğunu net biçimde algılıyordu!. Bu sıradaki gururlanmasını; tüm dekor içinde ve özellikle gözlükleriyle birlikte düşündüğünüzde "yaptıklarının ödülünü almış mağrur uzay adamı" imajını hakkıyla veren bir "resim" çıkıyordu ortaya. Bu resim; matematik dersinin o insanı zora sokan ciddi atmosferi içinde, hele bir de pencereden süzülerek cilalı tahta sıradan yansıyan hafif kontür ışıkla, uzay adamlığı formatı yüklenmiş bu adamı gözümüzde daha da ulvileştiriyor, böylesi dekorlar, karşı konulmaz bir biçimde onun yeni kimliğini iyice belirgin hale getiriyordu.Matematik derslerini, dudaklarında alaylı bir gülümseme ile, önünde oturan çocuğun başını siper edip, bacak bacak üzerine atarak ve dizinin üzerine dayadığı elindeki uzay arabası anahtarlarını hafifçe sallıyarak izlerdi...
Hocanın gösterdiği integral hesapları, sinüs ve kosinüs formülleri,onun karma karışık proje ve uygulamaları yanında çok zavallı kalıyordu...
Ayda canavarlar KK nin oturduğu yerin tam önünde, telin içine koyduğu kaba su içmek için gelmek zorundaydı. İşte o sırada onları dürtüklemekten için için sadistik bir zevk duyar, bir dudağını yukarı kaldırarak gülümserdi. Canavarlar acınası gözlerle adeta "ne olur yapma be yaaa" dercesine kendisine bakar, o da bu bakışlara kendi kısık ve özel sesiyle "-ne bakarsın be .mcık?" diyerek karşılık verirdi. Aslında canavarlar kendisinin ne dediğini ve niyetini anlarlardı. Ama aya herkesten önce gelip kendilerini hapsedebilen bu adama karşı belki çook ilerde pişman olabilecekleri, köpekçesine bir sadakat duyarlardı.

Not:( KK "ay arabası" ve uzay konusunda hiç bir delil bırakmadı, açık vermedi, sırrını kimselere söylemedi)

8 Aralık 2007 Cumartesi

İlkokul öğretmenim Fatma Y.Özyozgat'ın hakkımdaki yazısı



"Geçmiş zaman olur ki...
...Sevgili ilkolul öğretmenim Fatma Yaşar Özyozgat'ın sakladığım "hatıra defteri"me benim için  2 - 6 - 1962 tarihinde yazdıklarını blogumda yayınlamıştım. Şu sıralarda o kadar önemli ki dedikleri...   ...Link aşağıda....Hangimiz bize ilk terbiyeyi veren, alfabeyi, okuma - yazmayı öğreten, yolumuzu aydınlatan O ilk yüce insanı unuturuz ki...Söylediklerine her zaman saygı duyup, uyduğumu söyleyebilirim...Ben de onun yolundan yürüdüm ve bana yazdıklarını kendi öğrencilerime tavsiye ederek, ve daha da fazlasını vererek görevimi yapmaya çalıştım. Kendine minnet borçluyum. Üç çocuğumdan ikisi öğretmen şimdi. Sevgili öğretmenim;  senin önünde saygı ile eğiliyorum,  sevgi ve rahmetle yeniden anıyorum."

"Çalışkan Öğrencim Yavuz Peker, 2 - 6 - 1962

Hatıra defterinin ilk sahifelerini karalarken,şu bir kaç öğüdümü dinlersen kendimi bahtiyar sayarım.
1-Bundan sonraki hayatında da okulda olduğun gibi çalışkan dürüst ve vatansever öğrenci olmalısın.
2-Gösterişe asla kapılmamalısın.
3-Etrafına daima iyilik edebilmelisin.
4-İstikbalde bizlerin en büyük güvenci sizler olacaksınız.
5-Gelecekte arzu ettiğin gayeye ulaşmanı candan diler, hayatta sonsuz başarılar dileğiyle gözlerinden sevgi ile öperim.

1953 -  Kastamonu Hükümet bahçesde elimde bayrağım.  
Fotoğraf Ahmet Peker
Foça C.Midilli Lisesi Bahçesinde sevgili öğrencilerimle - 1993
F.Y.Özyozgat"










































Sevgili kızım resim öğretmeni C.Zeynep Peker Sal,
İzmir - Çiğli'de öğrencileriyle birlikte hazırladığı sergiyi açarken - 2010

20 Ağustos 2007 Pazartesi

URLA

İzmir'e yakın burası; işim gücüm olur giderim demiştim. Ancak 2 kere gidebildim 3 aydır.Urla deyince deniz kıyısı akla geliyor; evet doğru; ama sadece bir kısmı deniz kenarında, asıl merkez ise 3-5 kilometre içeride. Burası sanki daha Osmanlı'yı yaşıyor; yada mübadelenin hemen sonrasını!.Adım başı kahve var!.Bu kadar dar bir alanda bu kadar çok kahvesi olan yer daha önce görmedim diyebilirim. Sokaklarda köpekler ve kediler kol geziyor; çocuklar eğer annelerinin babalarının gönüllerini yaparlarsa topluyorlar sokaklardan kedi ve köpek yavrularını; evlerine götürüyorlar, ya bahçelerinde, ya da merdiven altı gibi yerlerde besliyorlar.Bir kısmı hevesini alınca bunları tekrar sokaga salıyor. Böylece başı boş olarak gezen kedi - köpek nüfusu sorun haline geliyor. Hiç bir denetim ya da sınırlama yok!. Çevrede sabaha kadar havlayan yavru ve yetişkin köpek nüfusu var. Sokağınıza doğru döndüğünüzde o an aynı sokağı kullanan başka biri ile karşılaşmanız doğal; bu bir arkadaşınız, küçük bir çocuk, bir kedi, genç bir kız olabileceği gibi, beyaz bir at olabilir. O yüzden yürürken çifte yememek için dikkatli olmalısınız!. Ben bu sabah bir kişneme sesi ile uyandım. İki katlı bir evin alt katındayım. Pencerem ile sokak ayni hizada...Perdeyi aralayıp baktım. İnsanlar, kedi ve köpekler, çöpler, motosikletler, arabalar, teller; herşey normaldi...Ancak bunlara ek, beyaz bir at gayet sakin, dıgıdık tur atıyordu...
Küçük küçük bir yığın dükkan var. Ard arda açılan büyük alışveriş merkezlerinden burada da var!.Tansaş; Şok,Bim; Pehlivanoğlu....Fakat küçük dükkanlar da varlığını sürdürebiliyor!.Hem de fena değil öyle işleri!. Ya da öyle görünüyorlar. Esnafa girip çıkanların çoğu da arkadaş grupları. Dükkanlar aynı zamanda çay içilip sohbet edilen yerler. Sabah olduğunda demir kepenkler büyük bir gürültü ile açılıyor!. Nerdeyse dükkanın yarısı kaldırıma; hatta sokağa kadar taşınıyor. Altı metrekarelik bir dükkanın bazı yerlerde sokağa doğru 3-4 katı ilerleyebildiğini görebilirsiniz!. Kapı üstlerine, tentelerin, gölgeliklerin altına bir yığın mal asılıyor. Bunlar, oyuncak, süpürge, naylon kovalar olabileceği gibi, soğan, sarımsak da olabiliyor. Akşam olunca üstün bir görev anlayışı ile dışarı taşınan ve asılan bütün bu mallar, büyük bir özenle tekrar içeri taşınıyor. Tanıdık bir esnafa, merhaba demek için girip yumurta alıyorsunuz; havadan bahsediyordunuz; pahalılıktan, seçimlerden...Böylece sosyal ilişkiler anlamlı hale geliyor, canlanıyor. Burada herkes birbirini tanıyor. Halkın çoğu Rumeli ve Yunanistan göçmeni. Arnavut, Boşnak, Ege adalarından; Girit adasından gelenler epeyce bir nüfus oluşturmuşlar; yaşlı kesim Girit adasında konuşulan bir tür Yunan lehçesiyle kendi aralarında anlaşabiliyor. Genç kesim bir kaç kelime dışında bu lisanı konuşamıyor.Doğulu Kürt yuttaşlarımız; bir miktar da Roman yurttaşımız var. Roman'lar ayrı bir mahalle oluşturmuşlar. Herkes işinde gücünde. Bu sıralar yaz sonu; düğünler yoğun!. Davul zurna çalıyorlar; aslında her fırsatta davul zurna çalabiliyor. Ama ne yalan söyleyeyim; bir ahenk yok melodilerde. Ve de buraya ait özgünlük yok. Bu işi Roman'lar üstlenmiş. Arabesk bir melodiden,mehter marşına kadar herşeyi akortsuz ve detone olarak çalıyorlar; Bodrum ve Karaova çevresinin davul zurnasını dinleyenler, Harmandalı'nın, Çökertme'nin, Ormancı'nın ya da Kerimoğlu'nun Dibekderesi müzisyenleri tarafından nasıl da çalınageldiğini iyi bilirler. Bir yığın lokanta var; ama dönerciler başı çekiyor; epey yağlı et kullanıyorlar, ancak kollestrol yüklenmesini bir yana bırakırsanız; gerçektende lezzetli oluyor. Herkes kendi dönerine yenilik getirip müşteri çekecek bir buluş peşinde. Tereyağlı döner var; kuzu döneri var mesela!. Eski pazaryerinde bir dönerci var; akşam üzerine doğru kapatır dükkanı!. Ufacık dükkan gün boyu dolar taşar!. Dükkanın içinde değil; dışarısındadır minik masaları. İki küçük masacık!.Oturan şanslı sayılır. Yaz aylarında şortlu, çene sakallı şehirli kesimini iştahla döner yerken görürsünüz burada. Herşeyi birden satan dükkanlar var!. Büyük şehirde; günlerce dolaşıp bulamayacağınız bir çok şeyi burada bir iki dükkanda bulabilirsiniz. Esnaf; müşteri ile konuşmak; iletişim sağlamak istiyor; bir candanlık var; tabi bir de merak!....Bu kim? nerden geldi? niye geldi falan...
Şehir merkezinde Ziraat Bankası, Oyakbank ve İş bankası var. Yapı kredi ve Akbank'ın ise sadece bankmatik koymuş. Turizm ilçe merkezinde gelişmemiş. İki tane otel var.Ama turistten çok buraya işi olup ta bir süre kalmak zorunda olanlar geliyor. Caddelerde insanlar ve arabalar yanyana gidiyorlar; bazı yerlerde kaldırımlar çok dar ya da hiç yok; Urla Belediye Başkanı Karaosmanoğlu'nun başını derde sokan(ki şu anda tutuklu) meydan inşaatı; durak kavramını da yok etmiş durumda. Urla motosiklet cenneti. Özellikle de plakalı plakasız mopet denilen ya da -mobilet- denen ufak motorsikletler bağıra bağıra cirit atıyor. Susturucusunu çıkarmış motorlar canhıraş bağırışlarla geçiyor önünüzden; birazdan da; beyaz bir şahin; son ses açtığı cıstak müzik ve nerdeyse kulağınızı sağır edecek kalın bas seslerle ağır ağır seyrediyor şehir meydanında!. Bunlar genç; dokunmayalım, nasılsa düzelirler felsefesi ile kimse bir şey demiyor!. dükkanların önü park etmiş arabalarla dolu; sonra da cadde geliyor tabi; Ziraat bankasının önünden geçerken - ki şehrin göbeği dir;- biraz da olsa, akrobasi kursu almış olmanız gerekiyor. Daracık kaldırımda yürüyorsunuz; yanda park etmiş arabalar ve birden karşınıza siyah bir köpek çıkıveriyor!!!. Ancak köpekler barışçıl; anormal bir durum görmedikleri zaman gayet sakinler ve kendi aralarında da dalaşa pek girmiyorlar. Yalnız burada bazı kediler onlara yiyecek vermek istediğinizde tıslayarak üzerinize gelebiliyor!.Dikkat edilmesi gerekir!.Bir iki zeka özürlü insanımız akşama kadar şehrin caddelerinde geziyor; bağıra bağıra küfür ediyorlar; çünkü sağdan soldan onlara söz atıp kızdırıyorlar!. Bu kadar insanın içinde onları kızdırıp küfürler savurmasına bilerek neden olmak; acaba hangi içsel duyularla açıklanabilir? bilinmez!. Bu her gün sabahtan akşama kadar devam ediyor. Bir çok yerde esnaf ve vatandaş önlerindeki cadde ve boş yerlerde park edecek arabalara engel koyuyor; ancak tanıdık ya da gerekli arabalara izin veriliyor. Bu amaçla içine beton dökülmüş teneke; plastik bidonlar; saksılar(Ziraaat Bankası saksı kullanıyor mesela) kullanılıyor. Bu park önleme tenekelerine gömülü levhalar üzerinde, fırça ile yapılmış eciş bücüş park yapılmaz işaretleri var. Merkezde bir çok kahvenin bulunduğu bir noktada Osmanlı harfleriyle "Yaşasın Cumhuriyet" yazılı ve üzerinde ay yıldız bulunan bir anıt var. Kimin ne zaman ne için yaptırdığı hakkındaki sorulara cevap alamıyorum. Bir yaşlı bunu dönemin yöneticilerinin ordan burdan topladıkları taşlarla yaptırdığını söylüyor. Bir kiliseden sökülme taşlardan bahsediyor. Alt kısımlarında kitabe özellikli Osmanlı'ca yazılı taşlar var. Ve de anıtın akmayan çeşmeleri. (Bkn: http://www.panoramio.com/photo/4280321 ) Tabi bunlar ilk izlenimlerim. Eserle ilgili ayrıntılı bilgi sahipleri mutlaka vardır. Anıtın etrafı kahvehanelerle çevrili; kahve sandalyeleri ile rast gele dolmuş; motor ve bisiklet park yeri olmuş. Başınızı gökyüzüne çevirdiğinizde, elektrik tellerinden örülmüş koca bir örümcek ağıyla karşılaşıyorsunuz....O kadar çok direk var ki; ve o kadar tel!...Gelişi güzel ordan oraya çekilmiş teller...Tarihi binaların etrafları da aynı!...Fotoğraf çekerken gökyüzünde tel olmayan bir kare yakalamanız oldukça zor.
Şehirde iki kesim varmış eskiden; Rumlar ve Türkler. Kaprübaşı denilen yerden batıya doğru; Rum evleri bariz şekilde göze çarpıyor; aralarında yeni tarzda betondan yapılmış binalar eski dokuya hiç uyum sağlamıyor; görüntüyü bozuyor; koruma altına alınan bu eski evleri "zamanında" yıktırıp yeni ev yapanlar; kendilerini şanslı sayıyor. Sıra mahallesi bunun tipik örneği; caddenin bir yerinde; çok anormal yeni bir  bina inşaatı dikkati çekiyor. O kadar büyük ki; eski binalar bununla baş edemiyor; üst katları caddeye taşmış; heyula gibi bir şey; fazla inceleme yapmıyorum; bir iki kişi bir zamanlar bu binanın yapıldığı yerde Rum mezarlığı bulunduğunu söylüyor. Nasıl olmuş da; şahsa geçmiş incelemedim.Yalnız bina bu mahallenin eski tarihi dokusunu tamamen bozacak kadar çirkin ve büyük!.Türk mahallesinin sivil mimarisi konusunda bir fikir sahibi olunamıyor; çoğunluk tek katlı ve küçük bahçeli tuğla ve kagir yapılar samimi. sıcak sokaklar oluşturuyor. Camiler tarihi ve oldukça güzel; ve ezan usülune uygun okunuyor. Bazı yerlerde insanı dinden etmeye azmettiren kabiliyetsiz müezzinlerin ezan okumasına izin verilmiyor. Fakat minarelere takılan hoparlörler çok güçlü ve son ses açılıyor; biraz yakın durursanız; kulaklarınız zarar görebilir aşırı yüksek ezan sesinden. Tabi ki şehirde çöp bidonları var....ancak; kapakları her zaman açık. Çoğu zaman bidonların yanında da atılmış çöpler görüyorsunuz. Bu şehir çok fazla çöp üretiyor!. Çöp arabaları son zamanlarda özelleştirilmiş!...Şarkıcı Erkin Koray'ın "kör olası çöpçüler" şarkısını çalarak çöp topluyorlar!. Arabalar, dükkanlar, çöp bidonları, üzerinize düşecekmiş gibi duran elektrik telleri, sokak hayvanları, büyükler ve çocuklar iç içe burada. Kedi ve köpekler nafakalarını çöp bidonu ve çevresinden temin ediyor. Kahvede oturanlar çaylarını yudumlarken; çöp bidonunun yanında arabalar ve köpeklerin arasına sıkışmış bir çocuğu kayıtsız gözlerle seyredebiliyor. Ancak çocuk bir iki kıvrak manevrayla çöp bidonuna sürünmeden köpeğe ısırılmadan ve de arabaya çiğnenmeden bize ter döktüren bu durumdan kolayca sıyrılıyor; sonunda karşısına elinde pazar çantalarıyla beliren teyzeye de çarpmadan üstelik. Bir iki kahvede büyük televizyon ekranları var. Maç olduğunda üç lira gibi bir paraya  izliyor müşteriler bu koca televizyonu. Ve gol atıldığında kıyamet kopuyor. Gerçek sahanın küçük bir örneği gibi; sesler sokaklara yayılıyor. Şehre girerken; bir kuğu heykeli var; antik Klazomenai paralarında kuğu figürüne rastlanır, ancak; yenileştirilmiş betimlemesi ve düzenlemesi bana itici geldi. Etraftaki dokuyla örtüşemeyen ve havada kalan bir uygulama. Sırf tarihe saygılı görünüp tanıtım ve turizm için yapay olarak oluşturulmuş bence. İnanılmayan ve zordan yapılan her şey gibi, ayakları yere basamayan düzenlemeler. Devasa Palmiye ağaçlarının altına lütfen sıkıştırılmış ve yeşile boyanarak doğal taş görünüm verilmeye çalışılan ceylan heykeli de aynı. Soğuk ve o da itici bir düzenleme olmuş. Ancak hedef oy da olsa, ne olursa olsun, yapılan ve uygulananlar, güzel olana yönelik. Gerçek bilirkişilere sormadan proje oluşturmak konusunda üzerimize de yoktur!. Aksaklık buradan kaynaklanıyor sanırım. Dünyanın bilinen ilk zeytinyağı fabrikası burada. Klazomenai de!. Bu fabrika İskele mahallesinde arkeolojik kazılar sonucu bulundu ve aslına uygun olarak o günkü haliyle işler hale getirildi. Ancak ahali bu olayı şu anda pek sahiplenmiş görünmüyor;  Urla bu olaydan belki de yıllar sonra yararlanacak!. Çıkan eserlerin bir çoğu İzmir arkeoloji müzesinde sergileniyor. Ancak Ziraat bankasının arkasında sanıyorum eski Tekel binası; Arkeoloji müzesi olmayı bekliyor!.Ne zaman düzenlemesinin başlayacağı konusunda bir şey söylenemiyor...
Urla yaşanası bir yer!. Yaşamın içinde, ortasında!. Büyük ve sonradan bitme şehirlerin ruhsuzluğu bulaşmamış!.İnsan yaşadığını rahatça algılıyor bu şehirde. Hele bir de gece sessiz sokaklarda mis gibi kokan dağ havasını solumuşsa; ayrılamıyor da!
Çektiğim bazı URLA resimleri: http://www.panoramio.com/user/221104/tags/Urla

26 Mart 2007 Pazartesi

UZUN SOKAK

UZUN SOKAK


Göbelek sokakta sokakta doğmuşum ben; şöyle böyle hatırladığım ev ise Uzun sokakta… Kastamonu nun artık son demlerini yaşayan, mektepli mimarlar henüz yokken oluşmuş güzel mimari dokusunda, diğer benzerleri gibi kendine bir yer bulmuş, iki katlı geleneksel bir Anadolu evi, Kastamonu evi. Safranbolu evleri diyerek, gündeme oturan ve çok sonraları korumaya alınan evlerden biri yani. Aslında “Safranbolu evleri” denilen evler, özellikle kuzey Anadolu bölgesinin tümünde görülür.Çeşitli kültürlerin asırlardır iç içe yaşadığı koca imparatorluğun son demlerine doğru gelindiğinde; bu kültürlerin, kendi katkıları da içinde olmak üzere,İslam-Anadolu sentezli yeni ve ortak bir kültür yaratıldığını düşündürür bu evler bana hep.Üç aşağı beş yukarı aynı evler iç Anadolu ve Ege’de de görülür. Fakirlik yüzünden “doğal koruma” altında sayılan bir çok şehir, kasaba ve köyde bu soylu zarif evlere halen rastlamamız mümkün. Ama çoğu yıkılma ve yok olma tehlikesiyle yüz yüze tabi.

İlk çocukluğumu yaşadığım bu eski evi sonradan gördüğümü düşünüyorum. Eğer görmedimse de hatıralarda yaşayanı böyle. Annemin zorlamasıyla, hatta dövmesiyle okula başladığımı hatırlıyorum o evden doğru..Hatta okunan dualar, dağıtılan simitler eşliğinde,diğer “talebe” lerle birlikte “talebe alayı” oluşturup Kuran kursuna gittiğimi de!.

Geniş el yapımı ahşap döşemelerini hatırlıyorum. Uykuya dalmadan önce karanlıkta hayal meyal seçilen tavan tahtalarının dokusuna esrarengiz anlamlar, korku masalları yüklerdim hep. Bu mistik havayı yaratmadan uykuya dalamazdım.Uyku alemi gidilesi bir yer olurdu, tahtalardaki budakların, esrarlı görünüşleri, beynimde oluşturduğu dünya, bu dünya değildir artık.Orada kim bilir ne rüyalar görülecekti.En iyisi uyumalıydı.
Ama sabah olduğunda yeni doğan güneş, çocuk bedenimin tükenmez enerjisini harcama zamanının geldiğini müjdelerdi.

HOCA EFENDİ VE BODRUM

Alt katta tahta merdivenlerin altına doğru, sanki siyaha boyanmış toprak bir zemin vardı.Az ileride, belli belirsiz bir kapı ile ayrılmış penceresiz bir bodrum odası,odanın yanında ucu karanlık bir bölüm daha vardı. Buraya korku ile giderdim, orada babamın amcasının İnebolu’dan getirdiği ve Yunan Kılkış zırhlısının İnebolu’yu bombardıman ettiğinde patlayarak parçalanan bir merminin kalıntısı vardı. Büyük amcam Nurettin Peker bir çok cephede savaşmış bir Osmanlı zabiti. Vücudundaki kurşun yaralarını gösterir, bunlarla övünürdü. Kurtuluş savaşında ise Kemal Paşa nın ordusunda savaşmış, bu gazinin birinci derecede istiklal madalyası vardı.Yaşadıklarını günü gününe notlar tutarak yazmış, resimler çizmiş, evraklar toplamış. Daha sonra bunlardan bir kısmını yayınlamış. Büyük amcam başlıbaşına bir konu. Onun getirdiği bomba parçasının bulunduğu en sonda kalan o karanlık bölümü bilmek istemezdim hiç.Bir defasında sabah yataktan kalkmak istediğimde hayret ve korkuyla bacaklarımın tutmadığını gördüm!. Tanrım; hiçbir yerimde, hatta tutmayan bacaklarımda bile ağrı-sızı yoktu, ama onları kımıldatamıyordum!.Doktorluk değil, hocalık olduğuma karar veriliyor ve annem bir “hoca” çağırıyor.O zamanki hocalar çekinmeden sarık – cübbe gibi özel elbiseleri rahatlıkla giyip bunlarla gezebiliyorlardı. Ya da bana mı öyle geliyordu, beynimde ak sakallı, siyah cübbeli ve başında sarık buılunan bir hoca vardır hep “hoca” denildiğinde!. Beni tedavi etmeye gelen hoca kısa ve sessiz bir okumanın ardından bana bakıp“İzbe bir yere işedin mi hiç?” diye soruyor!.Biraz düşünüp utanarak ”Evet” diyorum”,Aşağıki bodruma işedim”!. Olay “anlaşılıyor”. Cinlerin bulundukları yere, belki de üzerine işemişim!.Hoca efendi gereken okuyup üflemeleri yapıyor, Bir kağıda sabit kalemle eski yazı yazıyor,su dolu bir bardağın içinde bırakıyor, ve ben tarife gereği, sabah akşam birer yudum bu sudan içiyorum. Ancak tedavi uzun sürmüyor, ertesi sabah ayaklanıp okula gidiyorum. Böylece hoca efendiye büyük bir vefa borcumuz oluyor.

TALAŞLARA SAKLANAN AYAKKABILAR

Kış aylarında, aşağı kattaki bu bodruma talaş doldurulduğunu hatırlıyorum. Dedemin ikinci hanımı olan babaannemin; köyünden kalkıp bizi ziyarete geldiğinde, gitmesini hiç istemediğimden, ayakkabılarını talaşın içine sakladığım yerdi burası. Dedem hayli geçkin bir yaşında bu kıza aşık olmuş, ölene kadar onunla huzrlu bir yaşam sürmüştü. Aralarında bulunan uçurum derecesindeki yaş farkı, onların mutluluğunu gölgeleyememişti. Dedem öldükten sonra babaannem yıllar boyu hep onu andı; ismi anıldığında ağladı ve hiç evlenmedi. O çok anlayışlı, neşeli bir kadındı. Kendi öz babaannem ben doğmadan ölmüş. Ancak ben babaanne olarak hep bu kadını tanıdım, sevdim. O da bana “dedesi suratlı” deyip sarılıverir severdi. Hiç okuma yazma bilmemesine rağmen, olağanüstü bir sezgiye ve insanlığa sahipti. Küçücük şeylerden mutlu olmasını becerebilen, hemen gülebilen ve de hemen ağlayabilen çok hassas yapıda bir insandı.
Kadıncağıza, yalvar yakar verirdim talaşların arasından çıkarıp ayakkabılarını; tabi ki, bir daha ki gelişinde daha çok kalması ve ziyaret aralarını bu kadar uzatmaması şartıyla…

EZAN

Evimizin tam karşısında küçük bir cami olduğunu hatırlıyorum. Ve bizim eve doğru bakan bahçesindeki mezar taşlarını. Çocuk aklımla, bu taşların başlarındaki fesleri, sarıkları bir türlü çözemezdim. Acaba bunlar canlı mıydı da biz göremiyorduk; ya da belirsiz zamanlarda canlanıyorlar mıydı; büyük ihtimalle bu hava karardıktan sonra olmalıydı. Geceleri asla dışarı çıkılmamalıydı bu yüzden.Yaşam ve ölüm kavramlarına anlam yükleyemezdim. Sadece bir korku yaratırdı bende bu taşlar, ve hatta cami ve hatta okunan ezanlar.Bu yüzden çocukluğumda oldukça yaramaz olan ben, daha fazla korkmamak ve en azından yeni korku kaynaklarıyla karşılaşmamak için caminin bahçesinden içeri hiç girmemiştim.
O tarihlerde ezan minareye çıkılarak ve mikrofonsuz olarak okunurdu.Ve bir gece okunan ezanla ilgili olarak gördüğüm rüya hala ürpertir beni…Karşımızdaki caminin minaresine çıkmış olan müezzin; ezan okumaktadır; fakat o da nesi, müezzinin derisi yok; tamamen kızıl etten bir beden; yer yer derisi taze sıyrılmış etlerin üzerindeki minik çukurlarda kan birikmiş, hafif sızıntılar var. Müezzin bu haldeyken, ezanı hiç sekteye uğratmadan okuyor. Sanki böyle olması gerekiyor, ezan öyle okunur işte; herkes kendine çeki düzen versin, kim ne olduğunu bilsin; bu din işleriyle uğraşanların bu türlü ürkünç hallere girmeleri ve bundan hiçbir zarar görmemeleri doğaldır der gibi; hiçbir anormallik yokmuş gibi!...Hafızama kazınan ve çok uzun süre etkisinden kurtulamadığım, bilinçaltımın bir marifetiydi bu rüya.

ARAZÖZ

O zamanlar neredeyse tümüyle ahşap yapıların bulunduğu bu şehirde sık sık yangın çıkardı ve arazözlerin canhıraş canavar düdükleri ve itfaiye erlerinin arazözün üzerindeki çanları çalarak geçmeleri hafızamdan çıkmaz. O ne korkunç sahne öyle!. Yer gök kırmızıdır. Hele bir akşam alacakaranlıkta ise bu sahne durum da ürkütücüdür!. İtfaiyecilerin siyah-kırmızı kıyafetleri; başlarında neredeyse yüzlerini bile kapatan kaskları; kaskların yanlarından ve arkasından çıkan kulakları ve enseyi tamamen örten siyah koruma perdeleri, onları sanki bu dünyaya ait değillermiş izlenimi uyandırırlardı. Sanki onlar, ölülerin yanına gidiyorlar, belki de yangunla onlar arasında bir ilgi var ama bu ilgi ölümle ilgili; yangın olunca ölüm olur, ve de itfaiyeci bunun bir parçasıdır.Kocaman kırmızı renkli itfaiye araçları geçerken korku ile onları izler, anneannemin yaramazlık yapmayalım diye anlattığı “memelerini çaprazlamasına omuzlarına atıp, iki küçük çocuğunu sırtından doğru emziren –arap karısı- hikayesi ve tüm öcü geliyor hikayeleri vız gelir; hele de o esnada karşıdaki caminin bahçesinde otlar arasına gizlenmiş sarıklı mezarlara hiç bakamazdım.

KURBAN, MEZARLIK

Kurban bayramları ise hiç “nerdeee o eski bayramlarrr” havasında hiç geçmedi benim için. Bence bu konuda bir çok çocuk için “kral çıplak” hikayesinin gerçekliği söz konusudur. Hiçbir çocuğun, can veren bir hayvanı görüp, ardından bayram sevincini yaşaması ve bu dört günü huzur içinde geçirmesi düşünülemez.

Eve alınan kurbanın son birkaç gününü geçireceği merdiven altı benim için hüzünlü bir ziyaret yeri olurdu. Kurbana nasıl hizmet edeceğimi bilemezdim. Okul, oyun falan vız gelir bütün aklım onda olurdu. Ve kesileceği gün bile, her zamanki gibi ardımdan kuyruk sallayarak bilmeden korkunç bir ölüme doğru gitmesi, inandığım tüm değerleri bir anda yıkardı. Her sene yaşanan bu dram dolu günleri “bayram geliyor” sevinciyle telaş içinde karşılamaya hazırlananları görünce, onların hangi fikrin ardında bu kadar neşeli olabildiğini merak eder, bir cevap bulamazdım. Bunlara annem babam, bütün büyüklerim de dahildi.Hayvan, her zaman kendisine sevgi gösterene bunu fazlasıyla iade ediyordu.Ya biz ona neler yapıyorduk?. Kimdi bunların sorumlusu?. Neden bu güzel hayvan göz göre göre, anlamadığım şarkılar eşliğinde bağlanıp, yere yatırılarak kanlar içinde başı gövdesinden ayrılarak öldürülüyordu?. Her çırpınması belki de kaçıp kurtulma umudu taşıyordu. Ama kanı şah damarından oluk gibi fışkırınca takatsiz kalan yüreği duruyor;çırpına çırpına can veriyordu.Acaba onun yerine kendimizi mi koyuyorduk?. Kimbilir.
İşte o anda yeni alınan ayakkabıların, elbiselerin, verilen harçlıkların, hatta ağlaya ağlaya aldırılmış yeni bisikletin hiçbir anlamı kalmazdı!.Hele bir de annemin ya da babamın can veren kurbanın kanından parmağına bulaştırıp alnıma sürmek istemesi beni deli ederdi. Bir bakıma da törenin sonunu gösterirdi bu!. Alnımda duran bu küçük sıcak ve kırmızı leke, bir zamanlar kuyruk sallayıp ardımdan koşan, ama artık can vermiş ve artık şükür ki; hiçbir acı duymayan bu hayvandan kalan küçük bir hatıraydı belki de benim için. Şimdi zavallıyı ayaklarından asma ve derisini şişirme vakti gelmişti!. Her şey ne kadar da kesin bir bilinmişlikle yapılırdı!. Tepsilere konan etler komşu evlere dağıtılırdı…Hayvanın hiçbir parçası israf edilmemeye çalışılırdı. Yoksa biz çocuklara verilen güzelim bayram hediyeleri bütün bunlara katlanılsın diye miydi?. Ya da zavallı kurbana karşı duyduğumuz acının hafifletilmesi için miydi?. Bu olanlardan birilerinin sorumlu olması gerekirdi. Kimdi sorumlu?. Kocaman evler nasıl yanardı ayrıca?. Babam onca ateş yaktığı halde ev yanmazdı. Anneannem ateşin üzerine kazanlar koyardı da yine ev yanmazdı. Caminin bahçesindeki sarıklı-fesli taşlar mıydı? Ya da elini kulağına götürüp hüzünlü ve anlaşılmaz bir şarkı söyleyen müezzin mi sorumluydu. Bir şeyler oluyordu buralarda; ama kimler nasıl yapıyorlardı.

KUM OYUNU

Evin önüne at arabasıyla kum gelirdi bazen. Arabacı kumu kürek kürek sokağın yanı başına boşaltırdı. İşte şimdi oyunun en güzeli oynanırdı kumun üzerinde…yollar yapılırdı, ve boş kibrit kutularından arabalar. Kıvrım kıvrım giden Kastamonu-İnebolu yolu gibi yollar. Ufak dallardan kocaman ağaçlar oluverirdi bir anda. Düz çubuklardan telgraf direkleri ve ipliklerden teller…Oyun ya babamın tehditkar seslenişine ya da, taa akşamın karanlığı karşı mezarlıktaki sarıklı taşların üzerine çökene kadar devam ederdi.

27 Şubat 2007 Salı

Yorumsuz

Akın Güre'nin bir yazısında "ben":

"...Onun bu karmaşık, melankolik yorumlarını, her zaman sığındığı mistik gizliliği, hep ürkerek izlediğim ama etkisini üzerimden kolayca atamadığım korkusuzluğunu, gitarından bana dinlettiği bestelerini, yaptığı yağlıboya resimlerdeki yüzleri birbirine benzeyen kadınları, hüzünlü kaprislerini, maymun iştahlılığını, başına buyrukluğunu, yaşanmış maceraların bir daha ele geçmeyecek ışıltısını, bu maceralardan duyulan hazların insan ruhunda yarattığı sonsuz düzlükleri, kaçamak aşklarını, bu aşkların gizemli büyüsünü düşündüm durdum yüzüne bakarken...."