Sayfalar

27 Ocak 2009 Salı

Bir Rock hikayesi, Terlikler ve "Rain and tears"

Soğuktu...Bir pazar günü yapılacak çok iş vardır aslında evde, mesela akşama kadar bilgisayarın başında pineklemek gibi. Ama o paltosunu giydi ve dışarı çıktı. Elleri cebinde arabasına doğru yürüdü…Canı bu gün hiç bir şey yapmak istemiyordu. Marşa bastı, bir iki denemeden sonra çalıştı eski araba. Her şeye hazırlıklı olmuştu son sıralarda, onun için sokakta dolaşırken başına düşen bir saksının yaşamını elinden alması normaldi. Bunda anormallik yoktu…Ters giden işlerden düz giden şeyin ne olduğunu unutmuştu…Nereye gidecekti, fikir üretemedi…Her zaman yaptığı gibi eli mp3 çalarına gitti. Öyle sıkı baslar tizler çalan bir radyo yoktu arabasında, dik sesler çıkaran bir sistemin bu eski ve küçük makinanın ruhuna ters olduğunu düşünüyordu. Zaten para da yoktu bunu alabilecek. Para hiç durmadı ki onda. Şarkıların sırasına baktı. Ve hızla buldu. Evet sıra 33 ve işte Animals çalmaya başladı. ”House of the rising sun”. Üst üste geliyordu akorlar o sevdiği parçada. Olmazsa olmaz parçadır bu, illaki. Yüzlerce yorumu vardır bu baladlıktan gelme eski şarkının, Elvis’inden Led Zeppelin'lere kadar. Ama Animals'tır esası. La minör, do majör, re majör...Melodi motorun sesini bastırdı, artık bir moda girmesi gerekiyordu. Epey durdu olduğu yerde. Bir türlü bir şey yapamıyordu, aslında ne yapması gerekiyordu ki?.

Beyninde oluşmaya çalışan öneriler, bilgisayardaki boş klasörlere benziyor, hiçbir hareket planı sunmuyordu. Motor ısınsın bahanesiyle bu kararsız zamanı doldurmaya çalıştı. Son iki yıldır sanki, bitkisel hayat yaşıyordu. Büyük mücadeleler vererek evlendiği, çok sevdiği kadından ayrılmıştı. Aslında kadın onu ayrılmaya mecbur etmişti. Yaşamın anlamını sorgularken, ne denli büyük bir acımasızlığın içine düştüğünü fark etti. Bir akşam üzeri, ansızın çantası elinde kendini evinin kapısının dışında bulmuştu. Arabanın içinden kadına el bile sallayamadı. Kadın içerde, evde kalmıştı, o dışarıda...Yaşlı gözlerle ona sarılmış, helalleşip uğurlamıştı. Sonrasında, aylarca ondan umutla haber beklediği halde, hiç aramamış, sormamıştı. Oysa onun için harcadıkları yaşamını alt üst etmişti. Öylesine güvenmişti ki ona, koca bir devle savaşmıştı sanki. Katiline aşık bir adama benzetirdi zaman zaman kendisini. Ve yine de onu düşünmeden edemezdi. Şimdi kim bilir nerede nasıl yaşardı. Ayakta kalabilmenin tek şartının kendi gücü olduğunu çok güzel anlatmıştı yaşadıkları ona. Bunu kabullenmesi, kadının kendisine artık dönmeyecek olduğunu iyice anlayıncaya kadar sürdü.

Birkaç dişli çark birden dönüyordu kafasının içinde sanki, ve her biri ayrı bir fikir fabrikasının parçalarıydılar. Bir şeyler yapmalı mıydı?...Kadınları düşündü, yaşamın şekli, rengi onlardan gelen rüzgarla değişiyor, onlar gidince kayboluyordu sanki. Beyninde onların yüzleri ve şarkıdaki sesler birbirine giriyordu…
Hoparlörden gelen ses “Hotel California” nın gitar solosuydu..Eski bir rüzgar esti ve bastırdı tüm uçuşan düşünceleri, kadınları da. Bu rüzgar sıkça eserdi benliğinde. Lise yıllarında Kambur Melih, Alpullu’lu Bülent ve Mothra Levent’le birlikte kurduğu okul rock grubunu düşündü. Kel Aziz elinde havalı D 12 mikrofonuyla nasıl da söylerdi “Rain and tears are the same”…Ve Hayrabol nasıl da çıkardı o tiz bölümde doğru seslere basarak, ve işte “I am a believer”. Tabi ki Monkees!...”I thought love was only true in fairy tales!”. "İyi halt etmişsin" diye içinden bir gönderme yaptı şarkı sözünü yazana.

Dudaklarından birini yukarı kaldırarak gülümserdi genelde. Kahkaha atmayı, yüksek sesle gülmeyi beceremezdi. Hoparlörden gelen cızırtı sinirlendirdi onu, bir iki defa yumrukladı arabanın ön panelini. Araba ve radyo laftan anlamadığında sık başvurduğu bir yöntemdi ve bu, çoğu zaman tamirciye gidene kadar işi götürürdü. Yarım saate yakındır oturuyordu arabanın içinde...O yeniden esmeyecek olan eski rüzgar durdu, düşünceler durdu. Dudakları düzleşti. Film sık sık kopuyordu.

Ne düşüneceğini bile kestiremeden doluvermiş meşgul beyninde, serin bir rüzgar esti birden. Bu parasız pulsuz, kırık dökük yaşamına anlam katan bir şeyler vardı son sıralarda. Onun bu yorgun dünyasına, aynı yorgunlukta bir misafir gelmişti. Bu çok güzel, "boncuğum" dediği, herşeye doğru baktığına inandığı kadın hiç konuşmasa bile, öyle çok şey anlatıyordu ki...Konuştukça daha da güzelleşiyordu. Son iki yıldır ara sıra gelen kadınları olmuştu hayatında. Yalnız bir adamdı neticede, sessiz, uykusuz, parasız, ve bazan fitili ateşlenmiş bir dinamit gibi. Sevgiden yoksundu, amaçları belirsiz kalmıştı. Kaybedecek bir şeyi olmadığını düşünüyordu. Bu boncuk gözlü güzel kadın da kırık dökük dünyasını bir süre paylaşıp uzaklaşan kadınlardan biri mi olacaktı acaba?.Yabancı bir sevgilisi vardı çok uzaklarda. Kendisine birkaç ay sonra temelli geleceğini söyleyen bu kadına söz vermişti. İçi çok doluydu o zamanlar, savunmasızdı...Olur demişti ona, "gel!". O, bu berbat yaşama çeki düzen verecek bir destek olacaktı belki de. Hoş başkaları tarafından kurtarılma duygusundan hep uzak dururdu. Zorlukları kendi gücüyle aşmak isterdi . Kimbilir, ileride geçmişte sevdiği kadından bile daha çok severdi onu. Kadın onu arayıp sürekli sevdiğini söylüyordu, sürekli sorardı neredesin, ne yapıyorsun diye. Kimsenin, özellikle kadınların samimiyetine inanmaz hale geldiğinden, hep kuşkuyla bakardı geleceğe. Gelir miydi; belki de gelemezdi, gelmezdi…İçini kemiren bir bilinmezlik vardı. Ama ya gelirse???...Sözü söz olmuştu her zaman, hiç bir sözünden dönmedi bu güne kadar, ödünsüz olduğu noktaları, onu maddesel yoksunluk başta, ne hallere sokmuştu...Ama gün gelecek, anlaşmayı o yabancı kadın bozacaktı...

Gerçek bir idealistti. Fikirlerinden ve sözlerinden asla geri dönemezdi. Ne yaman çelişkiler yaşıyordu ruhunda. Bu yepyeni güzellikle İçi ürperirken, bir zamanlar o yabancı kadına verdiği sözden caymak için mantığının sunduğu tüm seçenekler ikna edici değildi ve onlara ilk planda itibar edemezdi.. Ama ileride bu kadının kayış atacağını nereden bilebilirdi ki...
Boncuğu çoktan içini yakmaya başlamıştı bile. Onu duymadan, görmeden, ona dokunmadan, onunla sevişmeden duramıyordu. Kadın da onun bu derin ilgisini karşılıksız bırakmıyordu ve giderek şiddetli bir aşk doğacaktı.

İyi bir usta idi alanında. İşte şimdi, bir şeyler planlayabilir, çoktandır gerçekleştirmek istediği projelerini düşünebilir, yeniden atölyesini açabilirdi. Yetenekli elleri bundan böyle yarım kalmış işlerini tamamlayabilir, çalışabilir, üretebilirdi. Ve hatta arabasını bile belli bir hedefe doğru sürebilirdi artık...
Heyecanlandı. Bir şeyler yapmalıydı. Uzun süreden beri ilk kez yaşam belirtileri gösteriyordu. Birinci vitese takıp, yola koyuldu, ağaçların arasından geçen yola saparak kasabanın yolunu tuttu. Her zaman ara ve yan yolları seçerdi. Anayolları hiç sevmezdi. Kasabadaki üçük mağazalara göz attı , böyle bir kadına ne hediye alınırdı?. Onu ne etkilerdi?. Kadın para pul düşünecek cinsten biri olsaydı onun bu fakir dünyasını zaten paylaşmazdı!. Bu onu “klasik” bir kadına verilebilecek hediyelerden olan altın, mücevher gibi şeyler alma fikrinden uzaklaştırdı. Tipik bir 68'li idi. Giysi satan dükkanlardan birine girdi. Rafta sarı bir terlik gördü. Üzerinde göz boncuğu motifi vardı. Diğerlerine de baktı, yok, beğenmedi. Uzandı ve aldı boncuklu terliği. Artık o boncuklu terlik boncuk gözlü güzel kadının olacaktı. Onu "kapının öte yanında kendimi huzurlu hissediyorum, yolda gelirken kendimi bir an önce oraya atmak için deli oluyorum" diyen kadınına giydirecekti!...Kim bilir ne kadar sevinecek, belki de "son zamanlarda aldığım en güzel hediye, ne kadar kolay insanları sevindirnek" diyecek, boynuna sıkı sıkı sarılıp öpecekti onu. Arabanın yan koltuğuna koydu özenle onları. Sanki sevgilisi idi yanında oturan. Ve Elvis o dokunaklı parçaya başladı. ”Love me tender”!...Vay be!. Bu kadar mutlanır mıydı insan  bir şarkıyla???
Salı günü gelecekti sevgilisi. Hafta sonu gelemezse, salı günleri gelirdi genelde. İki gece daha yalnızdı yani. "Kapının öte yanı"na özenerek yerleştireceği boncuklu terlikleri vardı şimdi. Daha önce ona aldığı ufak hediyeleri, çiçekleri, ona ayırdığı odadaki yatağın ayak ucuna koyar, üzerini örter, kadını geldiğinde onu oraya götürür, örtüyü açarken onun duyduğu heyecanı gözler, ve boyununa sarılıp öpeceği anı beklerdi. Ama bu defa terlikleri kapının arkasına yerleştirecekti. Hava soğuktu, gelince hemen giysin ayakları üşümesindi. Hem de o terlikleri bir an önce onun ayaklarında görebilmeliydi. Bu fazlasıyla sıcak bir duyguydu. Kendisini hiç yalnız hissetmediği nadir anlardan birini yaşadı o anda. Ama yaşantısına sinen gel gitler, onun düşünce tarzına işlemişti artık, mecburdu böyle düşünmeye zaten. Çünkü yaşam nedense sürekli kötü sürprizler yaratıyordu. Bu defa karşısına çıkan bu güzel insan da, tıpkı diğer sahip oldukları gibi yok olabilirdi. Geleceğin bilinmezliğine olan güvensizlik, yine ağırlaştırdı onu. Kötünün iyisini düşündü, artık kadınını kaybetse bile terlikleri evde kalacaktı!. Vay be!. Bu kadar kötümser olunur muydu? Ama, eğer ki bir kaçış aralığı yakalayamazsa insan, yaşadığı - yaşayacağı kötü şeylerden, umudunu yitirirebilidi. Bu da bir akşam alkol komasına girip yok olmak, ya da bir "golden shot" yapıp yaşama elveda demekle neticelenebilirdi.

Eve mi gitseydi. Yoksa...Yoksa nereye?. Evet, tabi eve gidecekti, eskisi gibi değildi ev, boncuğun kokusu sinmişti.

Yolun iki kenarındaki çamlar, öylesine güzel büyümüşlerdi ki; tepede birleşmişlerdi. İnsan ağaçlardan oluşmuş bir tünelden geçiyordu sanki bu yola girdiğinde. İlk kez bu kadar istekli, bu kadar rahat ilerliyordu, iki yıldır sürekli geçtiği bu yolda. Arabanın tekerlekleri ters dönerdi eskiden eve doğru giderken.

Uzun süredir duymadığı yaşama sevinci ona abartılı geldi, rahatsız etti.

Hava yağmur topluyordu yavaş yavaş, uzaklardan gök gürültüleri geliyordu. Evin önüne vardığında, telefonun mesaj zili çaldı. İçerde bakarım birazdan nasıl olsa deyip, arabayı kilitledi, eve girip doğru bilgisayarı açtı, ve Procol Harum'dan”A whiter shade of pale” çalmaya başladı küçük odada…

Evet, mesaj Boncuk'undandı. yavaşça açtı. Salı günü saat kaçta geleceğini yazmış olmalıydı. Mesaj düğmesine bastı. "Kusura bakma, ben senin için için yanlış bir seçimdim, hoşça kal"...Kolları aşağıya doğru sallandı...O kadar hızla geçti ki baştan beri olup bitenler beyninden, onca yaşananlar, bir saniyeye sığdı. Ama çabucak toparlandı. Biri o kötü anda onu görseydi, tepkisini asla anlayamazdı. Ne kadar duygusuz adam, şuna bak derlerdi. Yabancısı olmadığı böylesi durumlar onun için sürpriz değil, tersine doğaldı. İyice "cool" olmuştu son iki yıldır zaten.

Yeni bir şarkı yankılanıyordu küçük odada....
Ve işte Demis Roussos ve Aphrodite´s Child...”Rain and tears are the same”. Yağmur ve gözyaşları aynıdır…

Kapının arkasına doğru gitti, boncuk gözlü kadının terliklerini, düşündüğü yere özenle yerleştirdi. Uzun uzun baktı onlara. Evet evde delicesine aşık olduğu bu güzel bir kadının terlikleri vardı artık. Ve onun bu eve defalarca gelip bu terlikleri giydiğini hayal etti. Ama...Evet, hepsi; ama hepsi sadece bir hayaldi. Belki öyle bir kadın yaşıyor olabilirdi dünyanın bir yerlerinde...Fakat O zaten buraya hiç gelmemişti ki!.

Gök gürlüyordu, ilk damlacıklar yavaş yavaş ıslatıyordu ortalığı. Gözlerinde donup damlayamayan gözyaşını gökyüzüne havale etti, gökyüzü bunu kabul etti, devraldı. Oturduğu yerden doğru perdeyi araladı, yağmur iyice bastırmıştı. Yağmurun sesine müziğin içli notaları karışıyor, damlalar yere öylece düşüyordu. ”Rain and tears are the same”. Yağmur ve gözyaşları aynıdır...