Sayfalar

26 Mart 2007 Pazartesi

UZUN SOKAK

UZUN SOKAK


Göbelek sokakta sokakta doğmuşum ben; şöyle böyle hatırladığım ev ise Uzun sokakta… Kastamonu nun artık son demlerini yaşayan, mektepli mimarlar henüz yokken oluşmuş güzel mimari dokusunda, diğer benzerleri gibi kendine bir yer bulmuş, iki katlı geleneksel bir Anadolu evi, Kastamonu evi. Safranbolu evleri diyerek, gündeme oturan ve çok sonraları korumaya alınan evlerden biri yani. Aslında “Safranbolu evleri” denilen evler, özellikle kuzey Anadolu bölgesinin tümünde görülür.Çeşitli kültürlerin asırlardır iç içe yaşadığı koca imparatorluğun son demlerine doğru gelindiğinde; bu kültürlerin, kendi katkıları da içinde olmak üzere,İslam-Anadolu sentezli yeni ve ortak bir kültür yaratıldığını düşündürür bu evler bana hep.Üç aşağı beş yukarı aynı evler iç Anadolu ve Ege’de de görülür. Fakirlik yüzünden “doğal koruma” altında sayılan bir çok şehir, kasaba ve köyde bu soylu zarif evlere halen rastlamamız mümkün. Ama çoğu yıkılma ve yok olma tehlikesiyle yüz yüze tabi.

İlk çocukluğumu yaşadığım bu eski evi sonradan gördüğümü düşünüyorum. Eğer görmedimse de hatıralarda yaşayanı böyle. Annemin zorlamasıyla, hatta dövmesiyle okula başladığımı hatırlıyorum o evden doğru..Hatta okunan dualar, dağıtılan simitler eşliğinde,diğer “talebe” lerle birlikte “talebe alayı” oluşturup Kuran kursuna gittiğimi de!.

Geniş el yapımı ahşap döşemelerini hatırlıyorum. Uykuya dalmadan önce karanlıkta hayal meyal seçilen tavan tahtalarının dokusuna esrarengiz anlamlar, korku masalları yüklerdim hep. Bu mistik havayı yaratmadan uykuya dalamazdım.Uyku alemi gidilesi bir yer olurdu, tahtalardaki budakların, esrarlı görünüşleri, beynimde oluşturduğu dünya, bu dünya değildir artık.Orada kim bilir ne rüyalar görülecekti.En iyisi uyumalıydı.
Ama sabah olduğunda yeni doğan güneş, çocuk bedenimin tükenmez enerjisini harcama zamanının geldiğini müjdelerdi.

HOCA EFENDİ VE BODRUM

Alt katta tahta merdivenlerin altına doğru, sanki siyaha boyanmış toprak bir zemin vardı.Az ileride, belli belirsiz bir kapı ile ayrılmış penceresiz bir bodrum odası,odanın yanında ucu karanlık bir bölüm daha vardı. Buraya korku ile giderdim, orada babamın amcasının İnebolu’dan getirdiği ve Yunan Kılkış zırhlısının İnebolu’yu bombardıman ettiğinde patlayarak parçalanan bir merminin kalıntısı vardı. Büyük amcam Nurettin Peker bir çok cephede savaşmış bir Osmanlı zabiti. Vücudundaki kurşun yaralarını gösterir, bunlarla övünürdü. Kurtuluş savaşında ise Kemal Paşa nın ordusunda savaşmış, bu gazinin birinci derecede istiklal madalyası vardı.Yaşadıklarını günü gününe notlar tutarak yazmış, resimler çizmiş, evraklar toplamış. Daha sonra bunlardan bir kısmını yayınlamış. Büyük amcam başlıbaşına bir konu. Onun getirdiği bomba parçasının bulunduğu en sonda kalan o karanlık bölümü bilmek istemezdim hiç.Bir defasında sabah yataktan kalkmak istediğimde hayret ve korkuyla bacaklarımın tutmadığını gördüm!. Tanrım; hiçbir yerimde, hatta tutmayan bacaklarımda bile ağrı-sızı yoktu, ama onları kımıldatamıyordum!.Doktorluk değil, hocalık olduğuma karar veriliyor ve annem bir “hoca” çağırıyor.O zamanki hocalar çekinmeden sarık – cübbe gibi özel elbiseleri rahatlıkla giyip bunlarla gezebiliyorlardı. Ya da bana mı öyle geliyordu, beynimde ak sakallı, siyah cübbeli ve başında sarık buılunan bir hoca vardır hep “hoca” denildiğinde!. Beni tedavi etmeye gelen hoca kısa ve sessiz bir okumanın ardından bana bakıp“İzbe bir yere işedin mi hiç?” diye soruyor!.Biraz düşünüp utanarak ”Evet” diyorum”,Aşağıki bodruma işedim”!. Olay “anlaşılıyor”. Cinlerin bulundukları yere, belki de üzerine işemişim!.Hoca efendi gereken okuyup üflemeleri yapıyor, Bir kağıda sabit kalemle eski yazı yazıyor,su dolu bir bardağın içinde bırakıyor, ve ben tarife gereği, sabah akşam birer yudum bu sudan içiyorum. Ancak tedavi uzun sürmüyor, ertesi sabah ayaklanıp okula gidiyorum. Böylece hoca efendiye büyük bir vefa borcumuz oluyor.

TALAŞLARA SAKLANAN AYAKKABILAR

Kış aylarında, aşağı kattaki bu bodruma talaş doldurulduğunu hatırlıyorum. Dedemin ikinci hanımı olan babaannemin; köyünden kalkıp bizi ziyarete geldiğinde, gitmesini hiç istemediğimden, ayakkabılarını talaşın içine sakladığım yerdi burası. Dedem hayli geçkin bir yaşında bu kıza aşık olmuş, ölene kadar onunla huzrlu bir yaşam sürmüştü. Aralarında bulunan uçurum derecesindeki yaş farkı, onların mutluluğunu gölgeleyememişti. Dedem öldükten sonra babaannem yıllar boyu hep onu andı; ismi anıldığında ağladı ve hiç evlenmedi. O çok anlayışlı, neşeli bir kadındı. Kendi öz babaannem ben doğmadan ölmüş. Ancak ben babaanne olarak hep bu kadını tanıdım, sevdim. O da bana “dedesi suratlı” deyip sarılıverir severdi. Hiç okuma yazma bilmemesine rağmen, olağanüstü bir sezgiye ve insanlığa sahipti. Küçücük şeylerden mutlu olmasını becerebilen, hemen gülebilen ve de hemen ağlayabilen çok hassas yapıda bir insandı.
Kadıncağıza, yalvar yakar verirdim talaşların arasından çıkarıp ayakkabılarını; tabi ki, bir daha ki gelişinde daha çok kalması ve ziyaret aralarını bu kadar uzatmaması şartıyla…

EZAN

Evimizin tam karşısında küçük bir cami olduğunu hatırlıyorum. Ve bizim eve doğru bakan bahçesindeki mezar taşlarını. Çocuk aklımla, bu taşların başlarındaki fesleri, sarıkları bir türlü çözemezdim. Acaba bunlar canlı mıydı da biz göremiyorduk; ya da belirsiz zamanlarda canlanıyorlar mıydı; büyük ihtimalle bu hava karardıktan sonra olmalıydı. Geceleri asla dışarı çıkılmamalıydı bu yüzden.Yaşam ve ölüm kavramlarına anlam yükleyemezdim. Sadece bir korku yaratırdı bende bu taşlar, ve hatta cami ve hatta okunan ezanlar.Bu yüzden çocukluğumda oldukça yaramaz olan ben, daha fazla korkmamak ve en azından yeni korku kaynaklarıyla karşılaşmamak için caminin bahçesinden içeri hiç girmemiştim.
O tarihlerde ezan minareye çıkılarak ve mikrofonsuz olarak okunurdu.Ve bir gece okunan ezanla ilgili olarak gördüğüm rüya hala ürpertir beni…Karşımızdaki caminin minaresine çıkmış olan müezzin; ezan okumaktadır; fakat o da nesi, müezzinin derisi yok; tamamen kızıl etten bir beden; yer yer derisi taze sıyrılmış etlerin üzerindeki minik çukurlarda kan birikmiş, hafif sızıntılar var. Müezzin bu haldeyken, ezanı hiç sekteye uğratmadan okuyor. Sanki böyle olması gerekiyor, ezan öyle okunur işte; herkes kendine çeki düzen versin, kim ne olduğunu bilsin; bu din işleriyle uğraşanların bu türlü ürkünç hallere girmeleri ve bundan hiçbir zarar görmemeleri doğaldır der gibi; hiçbir anormallik yokmuş gibi!...Hafızama kazınan ve çok uzun süre etkisinden kurtulamadığım, bilinçaltımın bir marifetiydi bu rüya.

ARAZÖZ

O zamanlar neredeyse tümüyle ahşap yapıların bulunduğu bu şehirde sık sık yangın çıkardı ve arazözlerin canhıraş canavar düdükleri ve itfaiye erlerinin arazözün üzerindeki çanları çalarak geçmeleri hafızamdan çıkmaz. O ne korkunç sahne öyle!. Yer gök kırmızıdır. Hele bir akşam alacakaranlıkta ise bu sahne durum da ürkütücüdür!. İtfaiyecilerin siyah-kırmızı kıyafetleri; başlarında neredeyse yüzlerini bile kapatan kaskları; kaskların yanlarından ve arkasından çıkan kulakları ve enseyi tamamen örten siyah koruma perdeleri, onları sanki bu dünyaya ait değillermiş izlenimi uyandırırlardı. Sanki onlar, ölülerin yanına gidiyorlar, belki de yangunla onlar arasında bir ilgi var ama bu ilgi ölümle ilgili; yangın olunca ölüm olur, ve de itfaiyeci bunun bir parçasıdır.Kocaman kırmızı renkli itfaiye araçları geçerken korku ile onları izler, anneannemin yaramazlık yapmayalım diye anlattığı “memelerini çaprazlamasına omuzlarına atıp, iki küçük çocuğunu sırtından doğru emziren –arap karısı- hikayesi ve tüm öcü geliyor hikayeleri vız gelir; hele de o esnada karşıdaki caminin bahçesinde otlar arasına gizlenmiş sarıklı mezarlara hiç bakamazdım.

KURBAN, MEZARLIK

Kurban bayramları ise hiç “nerdeee o eski bayramlarrr” havasında hiç geçmedi benim için. Bence bu konuda bir çok çocuk için “kral çıplak” hikayesinin gerçekliği söz konusudur. Hiçbir çocuğun, can veren bir hayvanı görüp, ardından bayram sevincini yaşaması ve bu dört günü huzur içinde geçirmesi düşünülemez.

Eve alınan kurbanın son birkaç gününü geçireceği merdiven altı benim için hüzünlü bir ziyaret yeri olurdu. Kurbana nasıl hizmet edeceğimi bilemezdim. Okul, oyun falan vız gelir bütün aklım onda olurdu. Ve kesileceği gün bile, her zamanki gibi ardımdan kuyruk sallayarak bilmeden korkunç bir ölüme doğru gitmesi, inandığım tüm değerleri bir anda yıkardı. Her sene yaşanan bu dram dolu günleri “bayram geliyor” sevinciyle telaş içinde karşılamaya hazırlananları görünce, onların hangi fikrin ardında bu kadar neşeli olabildiğini merak eder, bir cevap bulamazdım. Bunlara annem babam, bütün büyüklerim de dahildi.Hayvan, her zaman kendisine sevgi gösterene bunu fazlasıyla iade ediyordu.Ya biz ona neler yapıyorduk?. Kimdi bunların sorumlusu?. Neden bu güzel hayvan göz göre göre, anlamadığım şarkılar eşliğinde bağlanıp, yere yatırılarak kanlar içinde başı gövdesinden ayrılarak öldürülüyordu?. Her çırpınması belki de kaçıp kurtulma umudu taşıyordu. Ama kanı şah damarından oluk gibi fışkırınca takatsiz kalan yüreği duruyor;çırpına çırpına can veriyordu.Acaba onun yerine kendimizi mi koyuyorduk?. Kimbilir.
İşte o anda yeni alınan ayakkabıların, elbiselerin, verilen harçlıkların, hatta ağlaya ağlaya aldırılmış yeni bisikletin hiçbir anlamı kalmazdı!.Hele bir de annemin ya da babamın can veren kurbanın kanından parmağına bulaştırıp alnıma sürmek istemesi beni deli ederdi. Bir bakıma da törenin sonunu gösterirdi bu!. Alnımda duran bu küçük sıcak ve kırmızı leke, bir zamanlar kuyruk sallayıp ardımdan koşan, ama artık can vermiş ve artık şükür ki; hiçbir acı duymayan bu hayvandan kalan küçük bir hatıraydı belki de benim için. Şimdi zavallıyı ayaklarından asma ve derisini şişirme vakti gelmişti!. Her şey ne kadar da kesin bir bilinmişlikle yapılırdı!. Tepsilere konan etler komşu evlere dağıtılırdı…Hayvanın hiçbir parçası israf edilmemeye çalışılırdı. Yoksa biz çocuklara verilen güzelim bayram hediyeleri bütün bunlara katlanılsın diye miydi?. Ya da zavallı kurbana karşı duyduğumuz acının hafifletilmesi için miydi?. Bu olanlardan birilerinin sorumlu olması gerekirdi. Kimdi sorumlu?. Kocaman evler nasıl yanardı ayrıca?. Babam onca ateş yaktığı halde ev yanmazdı. Anneannem ateşin üzerine kazanlar koyardı da yine ev yanmazdı. Caminin bahçesindeki sarıklı-fesli taşlar mıydı? Ya da elini kulağına götürüp hüzünlü ve anlaşılmaz bir şarkı söyleyen müezzin mi sorumluydu. Bir şeyler oluyordu buralarda; ama kimler nasıl yapıyorlardı.

KUM OYUNU

Evin önüne at arabasıyla kum gelirdi bazen. Arabacı kumu kürek kürek sokağın yanı başına boşaltırdı. İşte şimdi oyunun en güzeli oynanırdı kumun üzerinde…yollar yapılırdı, ve boş kibrit kutularından arabalar. Kıvrım kıvrım giden Kastamonu-İnebolu yolu gibi yollar. Ufak dallardan kocaman ağaçlar oluverirdi bir anda. Düz çubuklardan telgraf direkleri ve ipliklerden teller…Oyun ya babamın tehditkar seslenişine ya da, taa akşamın karanlığı karşı mezarlıktaki sarıklı taşların üzerine çökene kadar devam ederdi.