Sayfalar

20 Aralık 2010 Pazartesi

*KENDİNİ YOK SAY * --------------------Yavuz'a---------


dünyanın bütün nehirlerini say şimdi
sonra kendini yok say
taşların altına yuvalanan karıncaları
gökyüzünü say
bütün denizlerini
balıklarını
kuşlarını say

bütün güzel dediğin şeyleri
dünyanın en güzel şehirlerini
en güzel kadınlarını
bildiğin en uzak yerleri
afrikanın göllerini
gözlerinin eremediği

bütün beklentilerini say şimdi
çocukluğundan giydiğin
yıkanmamış, ilk gün gibi duran
eskimeyen gözleri
yolunda kan akıttığın çölleri
dizlerindeki yaraları
yuvarlandığın kuyuları
atladığın hendekleri

bütün bırakılmışlıkları say şimdi
ardından ağlamaları
pişmanlığın zor dayanılan kırılganlığını
kaçtığın şehirleri
gizlendiğin oyukları
duvar taşlarındaki terleri
mermi izlerini sırtındaki

bütün hatırladıklarını say şimdi
dizilişlerini birer birer karşına
seçemediğin kaderin gibi olanlarını
kimsenin bilmediği, senin için
vazgeçilmez olanları
adına hala bir gül sakladıklarını
hala suyunu verdiğini

sonra kendini yok say.

Akın GÜRE

2 Aralık 2010 Perşembe

BU MAHZUN BAKIŞLA

Bu mahzun bakışla,bu bükük boyun,
Açtığın yaradan, kaldı  hatıra
Gün gelir seni de üzer bu oyun,
Sen de içlenirsin, gelir bir sıra

Yere basamazsın, gölgem var diye
Yalvarır durursun, beni sar diye
Adım atamazsın dünya dar diye
Gönlün seni bana, verir bir sıra

Bu dümdüz sandığın, yollar bak yarın
Taş diken kesilir, gençliğin,  baharın
Nerde o busemle tutuştukların
Yüreğin o tadla erir bir sıra

Yere basamazsın, gölgem var diye
Yalvarır durursun, beni sar diye
Adım atamazsın dünya dar diye
Gönlün seni bana, verir bir sıra.


            Bu şarkıyı bilmezsiniz. Belki bir kaç kişi bilir. Vefat etmiş -aramızdan ayrılmış ama yankılarda yaşayan- bir şairin (Mahmut Nedim Şahidoğlu ) güzel bir bestede yaşayan şiiri. İçli sözler kadar müzik de o denli etkileyici...Çok sevdiğim bir arkadaşımın Türk Sanat Müziği bestesi...

29 Ekim 2010 Cuma

Bitmeyen sarhoşluk

Bitmeyen Sarhoşluk

Neden içkiye ihtiyaç duyarız acaba? Çoğu sebebi nedir bu içmelerin?. Ümit Yaşar üstadın bir şiiri...Naçizane canlandırmaya ve seslendirmeye çalıştım...

(Link zaman zaman yavaş açılabiliyor.Linke bağlı Daily motions sitesnin açılmasını bekleyip sonra bir kaç kez izlemek sorunu halledebiliyor .)

25 Ekim 2010 Pazartesi

Yavuz'a

............
..........
.............
 Göğsümde çırpınan kuş sesleri
 Bir halkın kayıtsız şartsız sevilişi
 Yaşamı yarım bırakılanların acıtan gidişi
 Bütün öpüşmelerin hüzünlü tarihçesi
 Bedenimi sarıp sarmalıyor.....
 Kıvrım,kıvrım bir patikada dörtnala ilerliyoruz...
 Yaşamı süslü sevişmelerle yeniden keşfediyoruz
 Ulu bir çınar altında soluklanırken,
 Sen gözlerinle siperler kazıyorsun
 Girilmedik bahçe,tarla,kuyu bırakmıyorsun...
 Ben yeni sevinçler uçuruyorum oyunlarla
 Ona,buna aldırmadan koşuyu sürdürüyorum....
 Çünkü biliyorum
 Gün gelecek silinecek aşklar
 Acı veren narin sevdalar
 Herşey silinecek...
 Kalırsa eğer, bir iz kalacak senden
 Toprak kokulu çömleklerinden,
 Bulutumsu sesinden,
 Renklerle kurduğun düşlerinden...
                  (bir dosttan)
                       20 Ekim 2010

4 Eylül 2010 Cumartesi

Bir dostuma

   Ben bir insana değer verdiğim zaman
   İçinde ki uçurumlara inerim
   Kendi ışığını yaratanlara
   Yürekten gülümserim
   Ağladığında
   Gözyaşlarının kaç ırmak saldığını
   Merak ederim
   Tüm değerlerimi ona yükleyip
   Aynada ki yansımamı seyrederim
   Şiirler yazar,şarkılar söyler
   Bir deniz kıyısına oturup
   İçimi dökerim
   Bütün derinliklerin sığ
   Sözcüklerin iğreti olduğu
   Bir zaman diliminde
   Yaşadığıma kahrederim....
        (Bir dosttan)

3 Eylül 2010 Cuma

12 eylül döneminde Sokrates ve Milli Eğitim müfettişleri :-)

12 Eylül askeri darbesinin hemen ardından görev yaptığım okula "Milli Eğitim Bakanlığı"ndan zamanın müfettişleri gelmişti. Ben Görevime yeni başlayan fakülte mezunu bir öğretmen olmanın heyecanı ile öğrendilerime dersleri en güzel biçimde verme, bildiğim ne varsa, onlara kazandırabilme çabasındaydım. Müfettişler sıra ile öğretmenlerin derslerine giriyor, en ince ayrıntılarına kadar öğretmenlerin ders planları, okul ile ilgili evraklarını ve dosyalarını inceliyorlardı. Sıra bana da geldi hali ile. Ve felsefe müfettişi bey,dersime girdi. Dersler bir plan dahilinde verilir ve bu planın dışında asla başka bir şey söylenemez, yapılamaz, ders bitiminde de, planın nasıl işlendiğine dair bir rapor tutulurdu. "herkes kendi işini yapsın" dı...Ülkesinin geleceğini "düşünmek" dahi yasak ve bizlere düşmezdi...Aslında düşüncenin tümü birden "yasak hemşerim" sayılırdı...
Müfredat programı ve planımda o gün büyük filozof Sokrates'in tanıtımı ve felsefesi vardı. Kendisinden etkilenmekten bir türlü kaçınamadığım bu filozof ile ilgili epey bilgim vardı. Okulumdan yeni mezun olduğumdan, akademik bilgilerim de taze idi. Dersi anlatmaya başladım. Müfettiş arka sıralardan birinde oturmuş, dersi izliyor, bir yandan da benim dosyalarıma, planlarıma, evraklarııma göz gezdiriyordu. Sıkıntılı ve sanki "ders bitsin de bir an önce dışarı çıkayım" modundaydı. Ben dersimi vermek zorundaydım, ve öğrencilerime önce Sokrates'i tanıtmak, sonra da felsefesini kavratmak ve her zaman olduğu gibi "düşünceyi sevdirmek" için konuyu enine boyuna yoğuruyor, öğrencilerimle birlikte soru ve cevaplar arıyor, ders bitiş zilinin çalmasını dahi istemiyordum. Müfettişin dersimde olduğunu unutmuştum. Yeni gelen bir öğrenci idi sanki kendisi...Ve göz göze geldiğimizde, iyice gerilmiş olduğunu farkettim. Rahatsız olduğu bir konu vardı ama bunu öğrencilerimin yanında söyleyip, her nasılsa yok olmamış nezaketi; ortamı bozma gibi bir kabalığa  düşmesini engelliiyordu. Aslında rütbesini siper edip istediğini yapabilir, dersi bölüp beni öğrencilerimin karşısında küçük düşürebilirdi. Ya da acaba bana mı öyle geliyordu?. Bir anda heyecanlanıp cümlelerimi doğru kuramadığımı farkettim. Allahtan çok geçmeden toparladım konuyu...Ve ders bitiş zili çaldı. Müfettiş Bey önde, ben onun arkasında öğrencileri selamlayarak sınıftan çıktık. Her dersin bitiminde, öğretmenin, tahtanın önünde askeri bir esas duruş gösterip öğrencileri selamlaması talimatı vardı o günlerde...Şimdi durum ne oldu bilemem...
Okul koridorunda bir süre yürüdükten sonra ben öğretmenler odasına gittim, kendisi de müdür odasına doğru yöneldi. Bana dersimin niteliği konusunda hiç bir yorum yapmadı.
Öğretmenler odasında ölü sessizliği vardı sanki. Herkes müfettişlerin kendilerine ne puan vereceğini korkulu bir sabırsızlıkla bekliyordu. Hizmetliler, yapabildikleri en güzel temizliği yapmışlar ve dizleri titreyerek müdürün odasında konaklamış bu Ankara kaynaklı beylere dizleri titreyerek habire taze çay taşıyorlardı. Tek kelime bile karşıt bir söz söylemek, hatta konuşmak soru sorulmadıkça mümkün değildi. Onlar ne söylerse doğru, ne isterlerse yapmak yetkisinde idiler.Tersi halinde soluğu yurdun çok uzak bir yerinde almak vardı. Hoş, her yanı birdir memleketin, ama karda kışta hareket etmek , para bulmak dara düşürebilirdi, ufak çocuklar yollarda hasta olabilirdi...Hatta yanlışlıkla siyasal bir söz sarfedip, hapishane köşelerinde çürümek de imkan dahilindeydi.
Nihayet beklenen ilk an geldi...
Okulun zemin katında bulunan geniş resim dersanesinde toplantı düzenlendi...Müfettişlerin Başkanı ortada diğer müfettişler yan taraflarında karşımıza konulan klasik dekorla donatılmış çiçekli, sürahi ve bardaklar bulunan masalara kuruldular. Bu  dönemde, İstiklal Marşı ve saygı duruşu daha bir farklı anlam taşıyordu, kim daha fazla kendinden geçerek ve bağırırarak marş söyler, daha bir askeri duruş sergilerse, o kadar nizama saygılı ve istenilen bir itaat sergilemiş olurdu...Bir ay kadar önce orta ikiye giden bir öğrenci, İstiklal Marşı sırasında, diğer bir muzip öğrenci tarafından uyarılınca gülme krizine tutulmuş ve tören sonunda müdür muavini tarafından bayrağın çekildiği idare platformuna çağrılmış, tüm öğrencilerin gözü önünde eşek sudan gelene kadar dövülmüştü. Bu çocuk o gün, bir daha gelmemek üzere ebediyyen okulu terketmişti...İşin ilginç bir boyutu da bu çocuğun Roman vatandaşlarımızdan olması idi..Bu olaydan bir hafta kadar sonra müdürün aynı okulda öğretmen olan eşi bir tören sırasında gülme krizine girmiş, doğal olarak hiç bir yaptırım ve ceza uygulanmamıştı. Aynı idareci kadro bir öğretmeni müdür odasına çağırarak dövmüş, ve suçu da bu öğretmenin üzerine yamamışlardı...Okul müdürü ve muavin beyimizin  ise, aşırı milliyetçi bir fikre sahip olması, okulumuzun nasıl yönetildiğinin göstergesiydi...Aslında bu durum Ankara'lı misafirlerimiz için, bizleri koruyan bir emniyet sübaıydı...Aralarındaki konuşmalardan misafirlerimizin de farklı bir görüşe sahip olmadığı belli oluyordu. Fakat Ankaralı'lar biraz daha muhafazakar ve din ağırlıklı düşünce yapısındaydılar...
Müfettişler genel durum ve derslerle ilgili olarak sıra ile yorumlar yaptılar. "Aksayan hususlar" belirtildi. Günlük ders planlarında kullanılan "uydurma" Türkçe'ye kadar tüm öğretmenler "aydınlatıldı".
Sıra nihayet felsefe müfettişine geldi. Zaten toplantının başından beri, yerinde duramayan bir hali vardı...Salondaki öğretmenleri şöyle bir süzdü ve gözlerini bana doğru dikerek bir süre sessiz kaldı...Acaba ne hata yapmıştım? Saniyeler içinde, düştüğüm kapkara endişe birden aydınlandı...Bana dönerek; aynen ""Çocuklarımıza Sokrates gibi "ahlaksız"(bu kelimeyi kullandığını çok net hatırlıyorum.)Yunan filozoflarını öğreteceğimize; Farabi, İbn-i Sina gibi İslam filozoflarını öğretelim"...cümlesini sarfetti. Bir sessizlik oldu salonda...Diğer öğretmenler ve hatta müdür ve muavini bile acıyan gözlerle bakıyorlardı bana...Beyefendi ile gözlerimiz çakıştı o an. Bu koca 2500 yıllık ve üstelik "inandığı değerlerden vazgeçmediği için cellatın bile utanarak başı arkasına dönük olarak uzattığı zehiri kendi elleriyle sanki, susamış da; su gibi alıp içerek ölüme giden ve "Ahlak Kahramanı" olarak tanınan bu koca filozofa "ahlaksız" yapıştırması yapılmasını hazmedemedim. Dudaklarımda beliren tepkisel ve buruk bir gülümsemeye de engel olamadım...İslam düşünürlerinin dahi çok etkilendikleri bir filozoftu Sokrates..Aslında adam çok daha fazla bir tepkiyi hak etmişti. Konuşmak için ve filozofu korumak için zihnimde kurulan tümceler; o günlerin baskısı icabı ancak bir gülümsemeye dönüşmüştü. Üstelik koskoca müfettişten daha fazla bilgili olma gibi bir durumum olamazdı (!)...Bu ortamda tek kelime söz etmek bile "isyan" ile eşdeğerdi ve bu yüzden, bir şey söylenemez, yorum yapılamazdı...Felsefeci Bey'imiz durumu farketmişti ve tehditkar bir bakışla "feyz" almamız gereken bir kaç "milli, hammasi" ve ikazi cümleden sonra konuşmasını bitirdi. Aslında "konuşma" dedim dedim, ama; "tehditlerini bitirdi" desem daha doğru olur.Söz alan son müfettişti ve dosyalarını toparlayıp ayağa kalkmak üzere harekete geçtiklerinde, hep birden onlardan önce davranarak esas duruşla selamladık ve uğurladık bu kraldan çok kralcı misafirlerimizi...İstersen ayağa kalkma!...Aklım az önceki gülümsememe takıldı, bu bir çeşit isyan sayılabilirdi. Bana çok pahalıya mal olabilirdi...Hem derste "ahlaksız Yunan filozofu Sokrates"'i anlatmış; hem İslam "filozof"larından bahsetmemiş, ve hem de müfettişin toplantıda bana yönelik sözlerine bu  gülümseme ile "karşılık" vermiştim...Kışın ortasında çoluk çocuk uzak bir yerlere doğru sürülüp yola çıkmak istemiyordum. Allahım; nasıl böyle bir "hata" yapmıştım?...Üstelik müfettişin bana doğru fırlattığı bakışları, pür dikkat toplantıyı izleyen herkes farketmişti...Yani suçum artık sabitti...
Misafirlerimiz sonunda bizlere veda edip başarı dileyerek, bir başka okulda kusur aramak ve ceza vermek üzere gittiler çok şükür..Yüreklerimizi ağzımıza götüren bu adamları yollayınca, akibetizin ne olacağını bile düşünmeden kısmi bir rahatlama içine girdik...Öğretmenler teftiş konusunda yorum yapmıyorlar, ağızlarını bıçak açmıyordu...Öyle ya; yerin kulağı vardı...İçimizden karşıt görüşlü birinin ufak bir ispiyonu, umulmadık bir felaketle sonuçlanabilirdi...Bir iki "asi " öğretmenin gözlerini çakıştırıp, gülümseyerek konuşması hariç tabi...
Giderlerken puanlarımızı okul müdürüne bırakmışlar efendilerimiz..Daha sonra okul müdürü  biz öğretmenlerle ayrıca yeni bir "Aydınlatıcı talimat ve değerlendirme" toplantısı yaptı. Bir yığın kurallar, emirler ve tehditler yağdırdıktan sonra, müfetişlerin bıraktıkları puanlarımızı okumaya başladı..."Coğrafya grubu iyi, matematik grubu pekiyi, Türkçe grubu pekiyi..."...Böylece devam ediyordu puanlar..Sıra bana geldi...Müdür " Felsefe grubu... orta" diyerek" kendini toparla yoksa iyi olmaz gibi bir bakışla beni süzdü...Zayıf bile almamış, bir felaketten, kıl payı ile kurtulmuştum...Demek ki, insaflı yanları da varmış beylerimizin...Tıpk bir öğrencini gibi sıkı bir sınavdan"orta" almasının sevinci içindeydim aslında.  Okul müdürü felsefe denilen şeyden de bihaberdi zaten. Neden orta aldığımı ders vermedeki başarısızlığıma bağlıyamıyor olmalıydı. Çünkü daha önce girdiği derslerimde beni başarılı bulmuş ve tebrik etmişti. Bunun sebebini müfettişe yöneltilen alaylı gülümsememde buluyor olduğu kesin gibiydi. Aslında müfettişin söyledikleri ve benim neden gülümsediğim konusunda da fazla bir şey anlamamıştı. Sadece İslam "filozof"larını neden öğretmediğim konusunda müfettişe hak vermiş olmalıydı. Gerçekten de öyle oldu...Kısa bir süre sonra, bakanlık felsefe derslerinde okutulacak müfredatı nerdeyse din derslerine dönmüştü...O zamanlar felsefe öğretmenliği "yapabilmiş"  meslekdaşlarımız "yeni" müfredatı ve "felsefe dersi" kitaplarını iyi hatırlarlar...
Müdürün bana ileride nasıl bir çeki düzen vereceği konusunda meçhul ve kararsız bir tutum sergileyeceği hareketlerinden, oraya buraya kaçırdığı kararsız bakışlarından belli oluyordu...Nitekim de öyle olmuştu ileride..Anlamsız bir çok sebepsiz bahanelerle, ben "değersiz" öğretmeni durmadan hırpalayacak ve içlerinde daima tehdit ceza gibi yazıların bulunduğunu bildiğimiz ünlü "sarı zarf"ları sık sık gönderecek, gözleriyle, sözleriyle fırsatını bulduğunda ikaz ve tehditlerine devam edecekti...Fikir üretemez, sadece emir ve yönetmelikleri uygulardı...Çömez ve damgalı bir öğretmenin bu vartayı sadece "orta" puanıyla atlatmasını ben ve benim gibi düşünen hiç değilde bir kaç öğretmen sessizce kutlamalıydı...O gece pekiyi alan fen bilgisi ve matematik öğretmeniyle tehlikeyi nasıl atlattığımıza şaşarak, cezalandırılımayışımız ve sürülmeyişimiz şerefine, Memed'in meyhanesinde kadeh kaldırıyorduk...

Önemli not: "Hikaye"mizin gerçek kişilerle ve benimle ilgisi yoktur...Sürçü lisan ettik ise affola...Bilgilerinize...
  Her fotografın bir şiiri
  Her şiirin bir fotografı olmalı dedim
  Tek tek fotoğraflarını izledim
  Yalnızlığının dayanılmaz hafifliğini
  Bir sevgili gibi omuzlarında taşıdığını seyrettim
  Uzak geçmişten kulağıma gelen şarkılarını dinledim..
  Sevdiğin kadınları  düşledim..
  Sonra kalktım sildim objektivi kendimle
  Bir çığlık gönderdim seyir tepesine ve Gencelliye
  Yankılandı hüzünle,sevgiyle, hasretle..

   (Sevdiğim bir arkadaşımdan - şükranlarımla...)

25 Temmuz 2010 Pazar

Foça ve gürültü

Sakin bir Ege balıkçı kasabası olan Foça ve kardeşi Yenifoça, gece gündüz sürekli gürültü üreten.iş yerleri ve hatta evlerin, son ses müzik seslerini açıp sokak sokak dolaşan "yürüyen araba disco"ların cenneti oldu. Dinlenmek ve uyumak imkansız. Sokak ortalarına kadar taşan iş yerleri ve barların, sözde müşteri çekebilmek amacıyla ürettiği gürültüler, yöreyi çekilmez hale getiriyor. Sokaklara koyulan dev ekranlı televizyonlarla da etraftaki evlerinde dinlenmeye, uyumaya çalışan insanlara zorla maç sesleri dinletiliyor. Diğer bir çok tatil ve dinlenme yerlerinde çoktandır süregelen bu problem, eskiden beri sessiz ve sakinliği ile ün salmış Foça'da da ciddi boyutlara ulaşmış durumda...Kendi dinlediği müziği başkalarına zorla dinletmenin adı artık, eğlence veya özgürlük oldu!. "Gençtir yapar","ekmek parası ne yapsın" diye diye bu hale gelindi sonunda...Kültürün genelinde çöreklenmiş ilkellik sonunda sokaklara kadar indi..."Arkadaşım, rahatsız oluyoruz sesi kapatır ya da kendiniz duyacak kadar açar mısınız " dediğinizde, başınız belaya girebilir, ve en azından hiç bir netice alamazsınız. Tabi zamanla bu gürültülerin içinde yaşamaya alışık olan insanlar ceza olarak erken yaşta kulaklık takmaya başlıyacaktır, burası kesin. Şehrin bazı bölümlerinde,biribirlerine karışan zorla müzik dinletme keşmekeşi, yüksek sesle bağırmalr vs.saygısızlığı, şehrin yaşlılarına , hastalarına, sakinlik içinde kafasını dinlemek isteyenlere illallah dedirtecek ve ruhsal sağlığı da bozacak ölçülere çoktandır dayanmış durumdadır.İlgililere ve polise yapılan şikayetlerden de hiç bir sonuç alınamamaktadır ve giderek artan bir gürültü kirliliği şehrin üzerine kabus gibi inmiştir.Bu gürültücülerin yaptıkları mı  doğal da bizler yanlışız; o da belli değil. Foça'yı gürültü merkezi olmaktan kurtarmak deniz ve martı seslerinin, rüzgarın çıkardığı doğal seslerin dinlendiği, eski, sakin ve saygın durumuna getirebilmek için acaba neler yapılmalıdır?

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Hafif bir 12 Mart anısı...

12 Mart 1971 askeri muhtırasından hemen sonra memlektte, herkes birbirinden korkar hale gelmiş, akıbetlerini hesap bile edemeyen bir çok kişi tutuklanmıştı...Askeri arama çalışmaları aralıksız devam ediyordu. Hareketten bir kaç gün sonra annemi ziyarete İstanbul'a gitmiştim. Askerler tüm ülke genelinde büyük bir arama tarama ve tutuklama faaliyetine girişmişlerdi. Bu hengamede, anneciğim İstanbul'daki evde bana zarar vermesi muhtemel olan tüm kitap broşür gibi şeyleri, -yasak olup olmadığına bakmaksızın- parçalayıp yakmıştı. Büyük aramalar sonunda bulduğum bir antika tüplü gemi alıcısını da çekiçle parçalamış, markalı, yazılı bölümlerini falan atmıştı. Bu alıcıya halen içim yanar...Mükemmel çalışırdı, özel bir helezon yapıda anteni vardı ve ruhsat da almıştım,(o yıllarda radyolara ruhsat alınıyordu)ssb de dahil almadığı band yoktu...
Eve geldikten bir iki gün sonra anneciğimin haklılığı kanıtlandı. Dairenin penceresinden aşağıya bakarken, birden askeri arabadan inen 10-15 asker gördüm. Hemen apartmanın etrafında bir çember oluşturdular ve bir kısmı, başlarında komutanları dış kapıdan içeri girdi. Acaba kime geliyorlardı. Apartmanda benden başka üniversite öğrencisi yoktu. kapı çalındı ve kapıyı açar açmaz, askerler ellerinde tüfekleri ile içeri daldılar. İşin garibi, babacığım yıllarını orduya vermiş ve emekli olmuş bir askerdi. Babamın bu durumu belirtmesi hiç bir işe yaramadı. Onlar illa ki bir delil bulacaklar, beni alıp götüreceklerdi...Önce dıştan bir arama yaptılar, Sonra yatakların içine kadar söküp silah ya da başka deliller, kitap falan bulacakları umuduyla araştırmalarına devam ettiler. Böyle bir şey yoktu bende. Ve aradıklarını bulamadıkları için, sinirlendikleri açıkça görülüyor, beni alıp götürmek için, bahane yaratıcı sorular soruyorlar, aramalarını daha sert şekilde sürdürüyorlardı. Sanki elleri boş gitmek onlara ağır gelecek ve eğer"bir şey" bulurlarsa,bir "anarşist" daha alıp götürmenin gururunu yaşayacaklardı. Nüfus kağıtları istendi, ve diğer kimlikler. Benim nüfus kağıdım bulunan cüzdanımı; elimden çekip kurcaladıklarında okulumun kimliğini buldular..."İstanbul Üniversitesi"  kimliğimdeki "bölümü:Sosyoloji" yazısını okuduklarında ise rütbesini şimdi hatırlıyamayacağım komutan: "Ne demek bu sosyoloji, mosyoloji, sosyalist misin sen, sosyalistlik mi öğreniyorsun okulda yoksa?" diye sertçe ve suçlarcasına sordu. Yeni ve beni alıp götürebilecek bir "delil" için cüzdanımın her yeri didiklendi...Diğer askerler, şüpheli bakışlarla durmadan beni süzüyordu. Ben sosyolojinin sosyalistlik olmadığını sonunda anlatabildim sanıyorum kendilerine. Komutanın insaflı yanına rast geldiğim için şanslıydım. Evi tarumar ettikten sonra aşağı indiler ve arabalarına binip gittiler. Geride zavallı anneme toplaması işkence olacak olan dağıtılmış bir ev bırakmışlardı...Anneciğimin, ders kitaplarım dahil, tüm kitaplarımı yakması ve radyo alıcımı yok etmesi işe yaramış ve bir çok arkadaş ve dostlarımızın, öldüğü işkence gördüğü, tutuklandığı, hapis yattıkları bu karmaşık ortamda, çok ucuz bir bedel ödendiği için, ona olan hayranlığım bir kat daha artmıştı...

Not...Hikayemizin gerçek kişiler ve benimle ilgisi yoktur...Bilgilerinize önemle sunulur...